Adam, her sabah olduğu gibi, uyanir uyanmaz, o karşı konulamaz çayını
içme dürtüsüyle hemen çaydanlığın altını yakmak için yarı uyanık bir
halde mutfağa doğru seyirtirken masanın üzerinde kargacık burgacık
kelimelerle karalanmış bir not buldu. Şöyle bir baktı ve şaşırdı,yazı
kendisine aitti ama ne zaman yazdığını hatırlamı...yordu. Merakla okudu
bir solukta;
“Zamanın ölçülebilir bir şey olduğunu sanarak saatleri icat ettik ama
bir saat kendisinin dışında bir saati refarans almadığı sürece hiç bir
şey ifade etmez. Geçen anları dilimleyerek her bir anın bir öncekinin
devamı olduğuna inandık, inancimiz öyle güçlü bir hale geldi ki,
sonunda bu bir "mit" oldu. Her türlü inancın esiri olmaya her zaman
yatkındık, çünkü her bir andan sonraki anda hala soluk aldığımıza emin
olmak için buna ihtiyacımız vardı, bu yüzden bizi anlıyorum.
Çaresizliklerimiz esnasında nasıl ki tanrıya sığınıyorsak, düşünelim ki
hele bir de zamanın da yalpaladığını görsek güvenecek neyimiz kalırdı?
Öncesizlik ve sonrasızlıkla yaşayamayız...İşte bu çok zor ve bizim
algımızın çok dışında kalır...
Aslında zaman dediğimiz de nedir ki? Akıp giden aslında, sadece
kelimelere yüklediğimiz anlamlar, bazıları yok olurken bazıları yeniden
varoluyorlar ve biz kelimeleri yakalamakla uğraşıyoruz, tıpkı bahçede
uçuşan kelebekleri yakalamaya çalışır gibi...”